Uydurma Milliyetçilik
Sözlerle davranışlar arasındaki uygunluk, ahlakın esas kaidelerinden biridir. Dindarlık davasındaki adam Tanrı'ya inanmıyor, sosyal adalet düşüncesini güden birisi halkı sömürüyor, demokrasi diye haykıranlar diktatörlük kışkırtıcılığı ediyorsa, bu adamlar ahlaklı değildir.
Milliyetçilik konusunda da böyledir. Hem milliyetçi olacak hem milliyetçilik aleyhinde bulunacaksın; hem de bir milletin davasını güdecek hem de bu milletin kökünü yetmiş iki millete birden bağlayacaksın; milliyetçiyim dediğin halde, milliyetçilik düşmanlarının lehindeki kampanyaya katılacaksın... Bu türlü gülünç ve uydurma bir milliyetçilik ancak, ne dediğini, ne yaptığını bilmeyen ayyaşlarda bulunur.
Bunca hamlelere, 40 yıl öncesine göre çok ileri gidilmiş olmasına, 1927'de % 8,2 olan okuryazarların 1960'ta % 40'a çıkmasına rağmen, milliyetimizin dertten kurtulamayışının bir sebebi de, fikir önderi olmak iddiasında bulunanların durumlarındaki bu çelişmelerdir. İnsanların daima saygı duyduğu kahramanlığın terkibinde bol bol bulunan samimiyet, değerli olmanın şartlarından biridir. Samimiyetin olmadığı yerde ikiyüzlülük başlar. İkiyüzlü insana kahramanlık payesi veya değer verenlerse ahmaklarla menfaatçilerdir.
Türkiye'de bugün var olan, gelişen, iddiası bulunan iki fikir cereyanı, milliyetçilik ile dinciliktir. Halk hatta aydınlar arasında birbirine karıştırılan bu iki cereyan bazen paralel, bazen karşıt olarak yürümekte, tuhaf bir tecelli olarak dincilik önderliği yapanlar arasında, samimi olanların dışında, Türkçülük düşmanları, Türklük düşmanları, kumarbaz sefihler ve alkolik sarhoşlara da rastlanmaktadır.
Meyhaneye veya kumarhaneye abone olan bir adamın, İslam davası gütmesiyle, bir fahişenin aile faziletinden bahsetmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Açık bir gerçektir ki milletler, siyaset ve fikir önderlerinin üstünlüğü nispetinde yükselirler. Fikir uğrunda ölmek de, savaş meydanında ölmek kadar şereflidir. Bu önderler "dostlar şehit biz gazi" ilkesiyle yürürse, tehlike olmadığı zaman kabadayılık taslayıp, ciddi anda korkaklık ederse, o topluluktan hayır gelmez.
Ne milliyetçi ne, de dinci olmadığı halde, kendisini öyle sanan, bir çokları tarafından da öyle sanılan Profesör Ali Fuat Başgil'e, Anadolu Türklerine yaptığı bu hakaret dolayısıyla 1961'de cevap vermiş, kendi yazılarından örnekler alarak, o zaman Cumhurbaşkanlığına aday diye gösterilen Ordinaryüs’ün, Türkler hakkındaki düşüncelerinin, Kremlin'in düşünceleriyle aynı olduğunu ortaya koymuştum.
Başgil, 30 Kasım 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesindeki "Milliyetçilik Bahsi" başlıklı yazısında aynı teraneyi tekrarlıyor: İsviçre'deki kır gezintisinde arkadaşlarıyla milliyetçilik konusunda görüşürken, kendisine "Tanınmış milliyetçilerdensin, seni dinleyelim" demişler, o da önce ırkçı olmadığını belirttikten sonra, milliyetçiliğin gönül birliğine dayandığını, Türkiye Türklerinin ise Türk çekirdeği etrafında toplanan çeşitli soy gruplarının yoğrulmasından meydana geldiğini ortaya atıvermiş.
Başgil'in ikide bir ırklar sentezinden, türlü soyların yoğrulmasından bahsetmesi, insanın ister istemez dikkatini çekiyor ve "acaba gocunduğu bir şey mi var?" diye düşündürüyor. Evet, milliyetçilik bir gönül birliğine dayanır ama bu, aynı soydan gelenlerin gönül birliğidir. Bir insan başka soydan geldiğini bildikçe, içinde yaşadığı millete ısınmasına imkân yoktur. Bu korkunç gerçek hakkındaki yüzlerce örneği saymaya lüzum görmüyor, Başgil'e soruyorum: Bir Zenci ile, bir Çingene ile, bir Rum ile gönül birliği yapar ve kendisini onlarla aynı milletten sayar mı? Sayıyorum derse mesele yok. Uğurlu kademli olsun der ve kendimi, tartışmayı kaybetmiş sayarım. Hayır derse, davayı, kendisi kaybetmiştir. Susmalı ve hiç bilmediği tarihi konular üzerinde abes konuşmalara girmemelidir.
Milliyetçi, en basit tarifiyle milleti; milliyeti her şeyden üstün tutan kimse demektir. Milliyetçiliği kendisinden menkul olan Başgil, 30 Kasım tarihli makalesinde, milliyetçiliği İslamiyet ile açıklamaya kalkıyor, şu türlü milliyetçiliğe İslamiyet müsaade eder, bu türlüsüne etmez, diyor. Biz, her türlü baskının üstünde olarak, milliyetçi ve Türkçüyüz. Başgil'in burada İslamiyet’i ileri sürmesi de avamferiblikten ve aczin ifadesinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in yürürlükte olmayan tarafı yalnız bu mu? Kadınları örtsene, faizi kaldırsana, devleti şeriatla idare etsene!
Bunları yapmaya imkân yok. Ama İslamiyet yaşıyor ve yaşayacak. Hayata adım uydurabildiği nispette kuvvetli olarak yaşayacak ve devlete karışmayarak yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalacak. Böyle olduğu halde, milliyetçilik konusuna asla karıştırılmaması gereken bir şahsı inanç meselesini, yani, "din"i ikide bir öne sürmekle Başgil neyi kastediyor, ne demek istiyor, ne umuyor, buraları pek belli değil.
Onun bilmediği, anlamadığı ve akıl erdiremediği konu, bir kaç ırkın karışmasıyla, bir ırkın başka ırkları eritmesi arasındaki farktır.
Karışmada, karışanlardan hiçbirinin özelliği ötekilerden belirli bir şekilde üstün olmaz. Hepsinden bazı şeyler alınır. Dillerden üstün geleni de asliyetini kaybedip yapı değişikliğine uğrar. Fransızlar böyledir. Kelt (yani Goluva) yığını üzerine Latinler (yani Romalılar) gelip karışmış, Keltler ağzında iyice bozulup değişen Latinceden çıkma kaba bir dille konuşan bir halk peydah olmuş, bundan 500 yıl sonra da Cermenler (yani Almanca konuşan Franklar) gelerek yeni bir karışma daha olmuş, Goluvalar zamanında kumralken, Liltinler'le karıştığı için iyice esmerleşen halkın terkibine sarışın bir unsur daha katılmış, bunların kaynaşması da dört asır kadar sürerek dokuzuncu asır da yeni bir millet ortaya çıkmıştır. Bu millet, adını Franklardan, dilini Latinlerden, mizacını da Goluvalar dan alan bir topluluktur. Bu, bir karışmadır.
Eritmede ise, bir büyük yığın, küçük yığınları yutar, kendisine benzetir ve bir müddet sonra eriyenden hiçbir şey kalmaz. Çin'i ve Hindistan'ı alan Türklerin başına gelen budur. Pakistanlılar, Türkler tarafından, bilhassa Gazneliler çağında Müslüman edilenlerin çocuklarıdır. Aralarına birçok Türk de karışmıştır. Fakat kimse, "Pakistanlılar, Türklerle Hintlilerin karışmasından hasıl olmuştur" diyemez. Çünkü Pakistanlılarda hiç bir Türk özelliği yoktur.
Örnek vermek gerekirse, şöyle diyebiliriz: Bir bardak suya iki çorba kaşığı limon suyu ile yirmi gram şeker karıştırılsa orta çıkan şey ne limon ne de şekerdir. Az çok hepsinin özelliklerini taşıyan limonatadır. Fakat bir bardak suya beş damla limon suyu veya bir gram şeker karıştırılırsa, suyun lezzeti ve mahiyeti değişmez. Terkibinde limon veya şeker olduğunu anlamak için kimya tahlili lazımdır.
Türkistan'dan Anadolu'ya gelen Türklerin başkalarıyla karışması ikinci şekildedir; eritmedir. Bu da, asla gözde büyütülecek kadar değildir. Türklerin Anadolu'yu açarken yaptıkları büyük kırgınlar, vergi almak için devletin İslamlaştırma siyaseti gütmemiş olması, Türklerin genel olarak başka milletleri temsildeki kabiliyetsizlikleri, yabancı ile karışmamak hususunda kısmen bugün bile süregelen titiz adetleri dolayısıyla, içlerine karışan yabancı unsur pek önemsiz kalmış, asliyetimizi bozacak dereceye gelememiştir.
Başgil'in Türklerle karıştığından bahsettiği Müslüman ve Hıristiyan soy gruplan diyerek neleri kastettiği pek açık değildir. Eminim ki, ne kastettiğinin kesin olarak kendisi de farkında değildir. İhtimal, Hıristiyan grupları derken devşirme Yeni çerileri kastetmiştir. Kaç defa söylediğimizi bir daha tekrarlayalım ki Yeniçeriler, koca Osmanlı ordusunda sekiz‐on bin kişiydi ve emekliye ayrılmadan evlenmeleri yasaktı.
Başgil'in içinde, nedense, bir düğüm olan "karma Anadolu milleti" konusu onun tarafından bir de 1961'de (7 Ekim tarihli Son Havadis'te) ele alınmış, "Seçim Konuşmalarım" başlığını taşıyan ve seçim propagandası olan bu makalede, hiç lüzumu olmadığı halde, ileri sürülmüştü. Bir seçim yazısında, azınlıkların gözüne girmek için, çoğunluğu kırmak gibi bir zekâ kıtlığı eseri olmasından başka, bu iddia, tarih gerçeğine de aykırıydı. O zaman buna "Ordinaryüs’ün Fahiş Yanlışları" adında bir yazıyla cevap vermiş, Başgil'in ne milliyetçi ne de İslamiyetçi olduğunu yazılarımdan cümleler alarak ortaya koymuş, Türkistan ve Türkiye Türklerini ayrı milletler gibi göstermenin tam Kremlin düşüncesi olduğu, vatan haini Nazım Hikmet'i affettirmek için açılan kampanyaya katılarak, bu komünistin bağışlanması için imza verdiğini hatırlatmıştım.(1)
(1) Ali Fuat Başgil'in, Ahmet Emin Yalman tarafından açılan kampanyaya katılarak, Moskof uşağı bir İslav olan Nazım Hikmet'in affı için imza attığı sıralarda, öğrencilerinden biriyle arasında bir tartışma geçmişti. Genç öğrenci, Başgil'in dersinde şöyle sormuştu: "Hocam! Milliyetçi bir Türk genci ve talebeniz olarak soruyorum. Bir komünistin affını isteyen listeye niçin imza koydunuz? " Profesör, bu soruya şöyle cevap vermişti:
"Ben bu listeyi, çok kıymetli Halide Edip Adıvar'ın ricası üzerine imzaladım!" Bunun üzerine milliyetçi genç: "Hocam, siz, rica ile komünist olur musunuz?" diye sormuştu. Tartışmayı pek acı şekilde kaybeden Başgil, hocalık otoritesine sığınmış ve: "Ben hocayım, sen talebesin. Haddini bilip sus ve yerine otur!" diye cevap verebilmişti.
O zaman Ordinaryus, cevap verememişti. Şimdi, aradan iki yıl geçtikten sonra, "Milliyetçilik Bahsi" adlı makalesinin (Yeni İstanbul, 30 Kasım 1963) bir dipnotunda şöyle diyor:
Bu hakikati (yani Türkiye Türklerinin bir halita olmasını) bundan evvel, İstanbul gazetelerinden birinde daha yazmış ve bir yazarın hücumuna uğramıştık. Bu nadan daha dünkü Osmanlı İmparatorluğunu terkip eden Müslüman ve Hıristiyan soy gruplarını ve bunlarla Türk unsurunun kaynaşması vakıasını unutur görünerek, çürük davasını ispat için bize İngiliz ve Fransız müelliflerden parçalar nakletmiş, yani güneşi balçıkla sıvamaya çalışmıştı...
Zavallı ihtiyar sarhoş! Sanki bir imparatorluktaki unsurlardan hepsinin birbiriyle karışması kaçınılmaz bir kadermiş gibi düşünerek; Selçukluların, İlhanlıların, Moskof savaşlarının Anadolu'ya yığdığı Türklerden habersiz olarak ve hayalinde yarattığı ırklar karışmasını gerçek sanarak, şahsım için "nadan" diyor. Ve bu yazıyı yazarken de ayık olmadığını ispat için bana, İngiliz ve Fransız müelliflerinden parçalar naklettiriyor.
Başgil'in şu uygunsuz sözü yüzde yüz doğru olsa bile, nadan olmak ödlek olmaktan ve tükürdüğünü yalamaktan şereflidir. Devlet başkanı olmak rüyasıyla kendinden geçerek kahramanlık gösterileri yapan ve: "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten" gibi büyük laflar ettikten sonra, karşısında iki üniformalı görünce, ödü patlayarak, devlet başkanlığından da, senatörlükten de vazgeçen kendisidir.
1961'deki yazımda ileri sürülen delil ve iddialardan hiçbirine cevap veremeden, uluorta "nadan" diye söven ve güneş balçıkla sıvanmaz kabilinden avam lafları eden bu Ordinaryüs, Türkleri parçalamakla, Nazım Hikmet'in affın için imza atmakla, milliyet ve dinin, bugünün gerçeklerine uymadığı hakkında yazılar yazmakla (2) doğrusu Lenin ve Stalin'in ruhlarını şad etmiştir. Böyle bir adamın Çankaya köşkünde oturmaya kalkmasına ne dersiniz? Kalamışta'ki Todori'nin meyhanesi neyine yetmiyor?
ÖTÜKEN, 1964, Sayı: 2
0 comments:
Yorum Gönder