Makaleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makaleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2014 Perşembe

Arapları Kurtarmak İçin Teklif


İnsaniyet ve barış masalları okuyarak kendimizi aldatmayalım: Bazı meselelerin savaştan başka çözüm yolu yoktur. Bunun en tipik örneği Orta‐Doğu’yu karıştıran Arap‐Yahudi anlaşmazlığıdır.

Araplar, İsrail’in varlığını tanımamakta haklıdır. On üç asırdır kendi vatanları olan bir bölgeye gelip devlet kurmuşlar ve Araplar'ı kovmuşlardır. Araplar'ı asıl kuşkulandıran ve İsrail'i tanımaya zorlayan sebep İsrail’in o dar bölgede sıkışık kalamayacağı, Araplar aleyhinde daima genişleyeceği korkusudur.

Bugün iki buçuk milyon Yahudi'nin yaşadığı yere, dışardan Yahudi göçü olmasa bile yalnız nüfus artışı ile çoğalan İsrailliler bir zaman sonra sığamayacaklar, her görülen ve insanlık tarihinin başlıca hareketi, illeti saiki olan çareye başvurarak genişlemek isteyeceklerdir. Bu genişleme, şüphesiz, yanı başlarındaki Araplar'ı hedef tutacaktır.

Churchill Masalı


Eski İngiliz Başbakanı Churchill'in ölümünü İngilizler dünya çapında bir olay haline getirmesini bildiler ve onu krallara yapılan parlak bir törenle gömerek kendisinden söz ettirmenin yolunu buldular.

Gerçekte ise gömülen İngiliz İmparatorluğudur. Savaştan korkan, kendi milletine düşman gençler yetiştiren İngiltere'nin artık büyük devlet olamayacağı belliydi. Dünden gelen zenginliği ve hızı ile daha bir süre büyük gözükecek olan İngiltere'yi, 21. Yüzyıl başlarında yaşayanlar, ayrılmış İskoçya ile herhalde küçük bir devlet olarak göreceklerdir.

Milletlerin, kendi büyükleri için tören yapmaları çok yerinde bir davranıştır. Hattâ millî ruhu diri tutmak için şarttır. Fakat gerçekte büyük olmayanları büyük göstermek de milletlerin zevalinin şaşmaz aynasıdır.

Ders


Amerika'da iki diplomatımızın bir Ermeni tarafından öldürülmesi, bizi ister istemez geçmişe ve bu geçmişin verdiği derslere götürdü. Türk'ler, Anadolu'yu açarken karşılarında Hıristiyan millet olarak Rum, Ermeni ve Gürcüleri; Müslüman millet olarak da Araplar ile kürtleri bulmuşlar, hepsini yenerek bugünkü Türkiye sınırlarına çok benzeyen çizgilerin içindeki devlette, eskiden beri âdetleri olan düzeni kurarak, tebaalarını ikinci sınıf görmekle birlikte, adaleti eksiksiz, gediksiz uygulamışlardır. Bu adalet ve askerlik yapmayarak yalnız ticaret ve zanaatla uğraşmanın doğurduğu zenginliğin tesiriyle, özellikle Ermeniler, Türk'lere çok yakınlaşmış, Türk kültürünü benimsemiş, birçok bölgelerde, Türkçe'yi anadil diye kabullenmiş ve devlete sadakat göstererek karşılığını da almışlardı. Osmanlı çağında Ermeni bakanlar bile vardı. Halbuki sayıları gayet azdı. Yanılmıyorsam, vakanüvis Enverî'nin tarihinde, Türkiye'deki Ermenilerin sayısın 300.000 olarak gösterilir ve Ermeni patriğinin devlete başvurması üzerine katolik papazlarının propaganda ile Ermenileri millî mezhepleri olan gregoryenlikten katolikliğe çevirme gayretlerini önlemek için tedbirler alındığı kaydedilir.

Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyor muyuz?


En eski zamanlarda Türkler (yani Türkler’in ataları olan boylar, eller) Türkistan’ın garbi kısımlarında oturuyorlardı. Onları daha şarka, Moğolistan’a kadar atan sebep Aryanî kavimlerin sel hâlindeki muhaceret ve istilâları oldu. Bilhassa milâttan önceki 6‐4'üncü asırlarda İranlılar’ın ve bundan biraz sonra İskender kumandasındaki Yunanlılar’ın cenubî Türkistan’a taarruzları, sayıca tarihin her devresinde azlık olan Türkler’in şarka doğru atılmalarım mucip oldu. Türkler bu istilâlara karşı uzun müddet kahramanca harp etmelerine rağmen kendilerinden daha medenî ve daha kalabalık olan kavimler karşısında esareti kabul etmek istemeyerek şarka çekildiler. En eski Türk destanlarında bu muhaceretin izleri kalmıştır.

Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz


Büyük Türk müverrihlerinden biri, bugün darülfünunda Türk tarihi profesörü olan Başkurdistanlı Zeki Velidi Bey, Mısır’da bastırdığı Türk tarihine ait bir kitabında büyük harbin neticesinin garp cephesinde değil Çanakkale’de hallolunduğunu söyledikten sonra, artık bununla Türkler’in dört asırdır devam eden tarihteki münfail rolünün bittiğini ve Türklerin yine eski zamanlarda olduğu gibi "faal" vaziyete geçtiklerini söylüyor. Bu fikre ben de iştirak ediyorum. Fakat bu, hiç bir zaman, artık Türk ırkı için tehlike kalmadığını işaret etmek değildir. Bununla ne demek istiyorum, şimdi onu anlatacağım:

Türkiye'nin Türkleşmesi


Türkiye'nin, öyle ikide bir değişmeyecek olan anayasası "Kurucular Meclisi" tarafından hazırlanırken hakim duygu ve düşünce Türklük ve ilim olmalıdır. Kurucular Meclisi, başka milletlerin kanunlarını Türkçe’ye çevirerek Türk kanunu hazırlamak işinin gülünç bir fantezi olacağını idrak etmelidir. Örf ve ihtiyaçtan doğan kanunlar millî olması için Türk gelenek, tarih, ahlâk ve âdetlerinin ana kaynaklar olarak sayılması gibi temel bir düşünceyi önceden kabul edecektir.


Anayasa hazırlanırken bilgin tarihçilere başvurularak eski zamanlardaki Türk anayasaları incelenmeli, sosyolog ve etnograflara başvurularak bugünkü Türkler’in örf, âdet ve temayülleri göz önünde tutulmalı, hukukçuların fikri alınmalı, gerekirse birkaç veya birçok hususlarda Türk milletinin reyi sorulmalı, acele edilmeden, fakat sürüncemede de bırakılmadan Türk ruhunun hâkim olduğu bir anayasa ortaya konulmalıdır.

Bir Yurdun Kutsal Yerleri


Bugün "Türkiye" dediğimiz yeri On Birinci Yüzyılda başlayan savaşlarla Rumlar'dan ve onlara tâbi Ermeni ve Gürcüler'den aldığımızı artık herkes biliyor.


Bu topraklar yıllarca süren hücumlarla ele geçirilmiş, sonra yine yıllarca süren savunmalarla korunmuş olduğu için üzerinde oluk gibi kan akıtılmış ülke olarak şüphesiz her karışı ile kutlu sayılabilir. Ancak, milletlerin hâtıralarında bazı savaşlar ve bu savaşlara başbuğluk etmiş kahramanlar vardır ki onların vuruştuğu, öldüğü, öldürdüğü yerler "millet olmak inancı"nın sembolü haline gelir ve kutsallaşır.


Geçmiş zamanın yâdı yani tarih, milletin hafızasıdır. Hafızasını kaybetmiş insan yaşıyor sayılmadığı gibi hafızasız millete de millet denilemez.


Önümüzdeki Ağustos’un 26'sında Malazgirt Savaşı'nın 900. yıl dönümü kutlanacak, kıyasıya süren Türk‐Rum savaşlarının ikinci büyük vuruşması olan (birincisi 1048 Pasin savaşıdır) Malazgirt yâd edilecek, Alp Arslan için, Malazgirt’in şehitleri ve gazileri için anıt dikilecektir.

Gurbetteki Mazlumlar


Cumhuriyetin ellinci yıldönümü için hazırlanan af kanunu Meclislere gelmek üzeredir. Gazete haberlerine göre Türkiye cezaevlerinde yatan 70.000 kadar mahkûm ile onların dışarıda, sayıları belki bir milyona yaklaşan yakınları bu kanunu sabırsızlık içinde beklemektedir.


Bu kanun, bazı sakıncaları görülse de nihayet memleket yararına olacak, yurtta esecek sevinç havası şüphesiz Türkiye'ye çok şey kazandıracaktır. Fakat bu arada unutulmaması gereken bir nokta vardır: O da hiçbir suçları olmadığı halde vatanlarında yaşamak hakkından mahrum kalmış Osmanlı Hanedanı fertleridir.


Cumhuriyet ilân edildiği zaman memlekette kuvvetli bir hanedancılık geleneği bulunduğundan Hanedan azalarının yurt dışına çıkarılmasında siyasî bir mantık vardı. Bugün bu mantık ortada kalmış, Osmanlı şehzadeleri dışarıda birer mazlum haline gelmiştir. Sayıları 30 kadar olan bu şehzadelerden hiçbirisi son padişah Vahdettin’in oğlu veya torunu değildir. Olsa ve Vahdettin suçlu sayılsa bile bir babanın günahının çocuklarına çektirilmesi hukuk ve adaletle bağdaşmaz.

Vazife Sınırı


En iyi toplum, herkesin kendi vazifesini kusursuz yaptığı toplum, en üstün ahlâk da vazife ahlâkıdır.


Türk devletinde öğrencilerin görevi derslerin çalışarak hayata bilgili ve kültürlü insan olarak atılmaktır. Fakat son yılların sakat eğitim politikası ve türlü tesirlerle bu görev unutulmuş; öğrenci kalitesi düşmüş; okullar, hele yüksek okullarda alabildiğine bir kargaşalık başlamıştır.


Öğrenci ya devletin ya da ailesinin verdiği para ile geçinen tüketici bir insandır. Hem çalışarak hayatını kazanan, hem de okuyan öğrenci, hesaba katılmayacak kadar azdır.


Bu tüketici öğrencilerin başlıca kaygısı okulu başarıyla bir an önce bitirmek olacakken çoğu başka yönlere bakmakta, siyasî propagandalara âlet edilmekte ve dört yıllık bir fakülteyi altı yılda bitirmeyi başarı sayacak kadar yanlış bir düşüncenin esiri olmaktadır.

Artık Bir Sınır Çizmek Gerek


Birçok şeylerin sınırını çizmek, daha doğrusu birbiriyle uzaktan ilgisi olan nesneleri iyice ayırmak güç meseledir.


"Dehâ" ile "cinnet" bir noktada birleşir derler, insanlık tarihinde "dâhi" olarak kabul edilen bir hayli insanın aynı zamanda tıbbî mânâsı ile deli olduğu muhakkaktır. Örnek vermeye lüzum yok. Herkes bunlardan bir iki tanesini bilir.


Bunun gibi "nezaket’le "ikiyüzlülük", "doğru sözlülük" le "kabalık", "ihtiyat’la "korkaklık" da birbirinden kıl payı farkı bulunan, ayrılması güç olan, kolaylıkla birbirine karışan karakterlerdir. "Hürriyet"le "anarşi"de böyledir.


Bunlar, kişiler arasında kaldığı sürece pek zararlı sayılmayabilir. Bir adamın kabalığı veya korkaklığı ancak kendisiyle yakın çevresini ilgilendirir. Fakat iş topluma ait olunca mesele değişir.

Hukuk Her Şey Değildir


"Polis Devleti", "Hukuk Devleti" deyimleri son yılların icadıdır. Hukuk devletinden maksat, kanunların hâkim olduğu devlet demektir ki bu devlette fertlerin hakları ve hürriyetleri âdeta mukaddes sayılır. Polisin sorgusuz sualsiz insanları tutukladığı, vatandaşların köleleştiği devletlere nispetle hukuk devleti, şüphesiz, ileri ve isabetli bir kuruluştur.


Fakat günümüzde her şey hızla gelişiyor. Yeni ihtiyaçlar doğuyor. Yeni durumlar ortaya çıkıyor. Bu sebeple bazı hukuk profesörlerinin kafasındaki hukuk devleti şekli de düzeltilmeye muhtaç hale gelmiştir.


Günümüzün kanunları, devletteki her görev ve makam için bir takım şartlar koşmuştur. Meselâ devlet başkanının yüksek öğrenim görmüş olması, senatörlerin en az kırk yaşında bulunması kanunî bir şarttır. Bu şartlar ne eşitlik prensibine, ne de her konuda ikide bir ileri sürüldüğü gibi anayasaya aykırıdır.

İçeriden Çökertme


Devletleri çökertmenin klâsik yolu ordu yürüterek onu yenmektir. Bunda başarı sağlanamıyorsa o zaman içerden çökertme usulüne başvurulur. İçerden çökertmenin metodu devlet büyüklerinin (eski çağlarda prenslerin) arasına düşmanlık sokmak, milleti oluşturan türlü bölümleri (eski çağlarda boyların, urukların) rekabetini alevlendirmek, son çare de devletin temeli olan kişileri açık veya kapalı suikastlarla (vurdurarak veya zehirleterek) öldürmektir.
En eski düşmanımız olan Çinliler bizi çökertmek için bu yollara çok başvurmuş, bazen de başarıyı sağlamıştır.


Son asırlarda, içten çökertme yoluna yeni bir unsur daha eklenmiştir: Çökertilecek devletin kilit noktalarında bulunan kişileri satın alarak o devletin sırlarını, niyetlerini öğrenmek. Devlet sırlarının düşman tarafından bilinmesinin ne yıkıcı felâket olduğunu açıklamaya, tabiî, lüzum yoktur.

Bir Millet Nasıl Çökertilir


Milletlerin asıl kuvvetinin ruh ve inanç gücü olduğunu artık herkes öğrendi. Bundan dolayıdır ki şimdi, çökertilmek isten milletlerin manevî yönüne saldırılıyor.


Bu taktiğin en düşündürücü örneği Sovyetler Birliği'ndeki Türkler’dir. "Milletlere istiklâl, insanlara hürriyet" yalanıyla iş başına gelen komünistler, yerlerini berkittikten sonra ilk iş olarak imparatorluklarındaki yabancı milletleri, özellikle Türkler’i çökertmek yoluna girdiler.


Çarlık zamanında tek alfabe ve tek edebî dili olan Türkler'i önce Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen, Karakalpak, Oyrat, Başkurt, Tatar, Azerî, Kırım gibi parçalara bölüp bunlara ayrı alfabeler hazırladılar. Beş on yıl sonra bu alfabeleri değiştirerek Kiril harfleriyle karışık, gayet berbat ve Türk lehçelerinin hakkını vermekten âciz yeni alfabeler çıkardılar. Çağatayca'nın devamı olan edebî dili kaldırarak yerli halk ağızlarını ayrı millî diller haline getirmeye çalıştılar.

Amerikalılar Aya Giderken


Buna Yirminci Yüzyılın en büyük macerası diyorlar. Aya gitmek aslında bilim ve tekniğin göz kamaştırıcı bir zaferi olmakla beraber, bu zaferin insanlığa neler getireceği bilinmediği için macera demekte de yanlış olmasa gerektir. Aya yerleşme üstünlüğü sayesinde dünyaya hâkim olma isteğinin doğması, bu istek sonunda dünyanın görülmedik bir sertlikteki Üçüncü Cihan Savaşına sürüklenmesi, dilek ve hedeflerdeki ağırlıkla orantılı bir "yok etme" boğuşmasının olması, sonunda da insanlığın büyük ölçüde kazınarak dünyanın ilkçağdaki, hatta daha gerilerdeki durumuna düşmesi hiç de imkânsız değildir. Yahut aydan getirilecek bilinmedik bir virüsün dünya tıbbını altüst ederek insanlara onulmaz bir hastalık aşılaması sonunda, çok dayanıklı bazı vahşiler dışında bütün insanları öldürmesi de pekâlâ mümkündür.

68. Vilayete Seyahat


Pek çok Türk'ün yaşadığı Münih'e "Türkiye'nin 58. vilâyeti" denildiğini biliyordum, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin veya inkılâbının, yahut devriminin ve yahut Celâl Bayar’ın Yassıada'daki deyimiyle ayaklanmasının feyizli sonuçlarından olarak zevcem yıllardır orada yaşadığı, oğlum da Münih Üniversitesine devam ettiği için Münih'e kadar uzanmak benim için, hele emekli olduktan sonra, normal sayılabilirdi. Israrlı davetlere rağmen şimdiye kadar gitmemiş, gitmeyi bir an için bile düşünmemiştim.


Son zamanlarda gerek arkadaşlarımın, gerekse tanıdıklarımın gitmem için telkinde bulunmalarının ve "gitmende sayılmayacak kadar çok menfaatler vardır" diye öğüt vermelerinin nihayet tesirinde kaldım. İstanbul'un maddî ve manevî havasından da cidden bunalmış olduğum için altmış sekizinci vilâyete gitmek kararını kesin olarak verdim. Gidişim, memleketteki her iş gibi beni canımdan bezdirecek kadar güçlüklere uğramış kararlarından caydıracak raddeye gelmişken Türk Hava Yollarındaki yüksek memurlardan birinin bir telefon konuşmasıyla yollar açıldı. Küçük memurlardan birinin "bütün yerler tutulduğu için üç haftadan önce gidemezsin" demesine rağmen ertesi günkü uçakta iki kişilik boş yer olduğu anlaşıldı. Böylece 8 Ağustos 1969 Cuma sabahı kalkan uçakla Münih'e hareket ettim.

Yasak Kitap


26 Şubat 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 6'ncı sayfasında Türker Acaroğlu tarafından yazılan "Yayın Hayatı" başlıklı yazı çok ibret vericidir. Türker Acaroğlu, basılan her kitap, dergi, gazete, nota, resim vesaireden kanun gereğince beşer tane gönderilen "Basma Eserleri Derleme Müdürlüğünün başında bulunmaktadır.


26 Şubat tarihli yazısının "Yasaklanmış Kitaplar" başlıklı bölümünün en başında benim "900. Yıl Dönümü" adlı küçük eserim yer almıştır.


Bir hükümet kitapları niçin yasaklar? Şüphesiz o devletin ve milletin şu veya bu bakından aleyhinde olduğu için... Yasaklanacak bir kitap ya milleti küçük düşürmekte, ya devlet büyüklerine hakaret etmekte, ya devleti parçalamak istemekte, ya da ahlâkın ve kanunların süs saydığı işlemleri kışkırtıcı nitelikte olmalıdır.

Asıl Mesele


Amerika’da yapılan ve esrarı Amerika ile Kanada’da bilinen atom bombası sırlarının Ruslar tarafından nasıl çalındığı malûmdur. Birçok bilginler, bilhassa ırk bakımından Alman ve İtalyan olanlar, Amerika vatandaşı olmalarına rağmen bu sırları Ruslara bildirdiler. Ruslar bu sayede atomun sırlarını biliyorlar. Hattâ bir atom bombası patlatarak ilk denemeyi yaptıklarım Başkan Truman dünyaya resmen bildirdi. Böylece Ruslar, kendi ellerinde bulunan Alman atom âlimlerinin gayretiyle er‐geç Amerikalıların yaptığı şekilde atom bombası yapacaklardır.


Arjantin’deki Alman âlimlerinin faaliyeti de neticelendi. Arjantin başbakanı Albay Peron, büsbütün başka bir metotla atomun parçalandığını bildirdi. Alman âlimleri saha bulunca Anglo‐Saksonlardan geri kalmayacaklarını gösterdiler. Birkaç gün sonra gazeteler, Arjantin’de atom esrarının Ruslar tarafından çalındığını ilân etti.

Lüzumsuz Telaşlar


Yassıada hükümlülerine siyasî hakları verildiği için bazı çevrelerce gösterilen telâş, geçmiş zamanların unutulmasından doğuyor. Her ne kadar bu çevreler geçmiş zamanı unutmadıklarını ileri sürüp Demokrat Partililere siyasî hak verilmesinin yakın geçmişteki kanunsuzlukların kabulü demek olacağını söylüyorlarsa da "yakın geçmiş" dedikleri 1960'tan daha öncesini akıllarına getiremiyorlar.


iddiaları şu: "Başta Celâl Bayar olmak üzere eski Demokrat Partililer Anayasaya aykırı hareket etmişler; seçimle iş başına geldikleri halde meşruluklarını kaybetmişler ve bu yüzden düşürülmüşler; şimdi bunlara siyasî haklarının geri verilmesi Anayasaya aykırı olurmuş."


Son yıllarda "Anayasaya aykırıdır" cümlesi o kadar çok kullanıldı ki, insana, yaşamanın bile Anayasaya uyup uymadığını düşündürecek hale geldi.

Yoktan Mesele Çıkarmak


"Basına "dördüncü kuvvet" derler. Şuurlu ve sorumluluk duygusu içinde bulunan kimselerin elinde bulundukça bu hüküm doğru olabilir. Milletin, yahut milletin ayrı zümre ve tabakalarının istek ve temayüllerini aksettirmek, yanlış icraatı tenkid etmek, gizli kalmış gerçekleri ortaya çıkarıp Verilmemiş hakları savunmak cidden mühim işlerdir. Fakat basın, sorumluluk duygusundan mahrum, kültürsüz, garezkâr kimselerin eline geçince şantajlara alet olmaya, bile bile haksızlıkları savunmaya başlar ve halk efkârım kolay kolay düzelmeyecek şekilde bozar.


Her iki tipin örnekleri basınımızın tarihi boyunca görülmüştür. Bütün dünyada bir isteri nöbetinin hüküm sürdüğü bu günlerde, her memlekette ve her alanda olduğu gibi basında da birçok gayritabiilikler arasında bir "açık kapılan zorlama" hastalığı peyda olmuştur. Buna "yoktan mesele çıkarmak" da diyebiliriz.

Halk Partisinin Tek Yanlışı


12 Ekim 1969'da yapılacak seçimler için partiler şimdiden yarışmaya başlamıştır. Parti başkanlarıyla ileri gelenlerinin yurdu dolaşarak yaptıkları konuşmalar bunu gösteriyor. Bu arada Halk Partisi kendisi için iane toplamaya kalkışarak Türkiye'de ilk defa görülen bir mücadele şeklî denemektedir.


Burada asıl söz konusu etmek istediğimiz şey Halk Partisi Genel Başkanının kendi partisi hakkındaki bir hükmüdür: Halk Partisinin tek kusuru seçimle gereği kadar ilgilenmemesi imiş.


Biz Halk Partisinin seçimle nasıl ilgilendiğini, oy almadan nasıl iktidara geldiğini bilen ve bu konuda çok ilgi çekici bir de müşahedeye sahip olanlardanız. Bundan ileride bahsedeceğiz.